BEYRANDAN
RESTORANA…
Ayfer
Tuzcu Ünsal
Beyran, büryandan bozma bir
kelime...Biryan/büryan ateşte ızgarada veya tavada kızartılan et, kebap demekmiş Farsça. Büryan
halen Siirt’te kuyu içerisinde pişirilmiş ete verilen isimken; Bursa’daki
Rumeli göçmenleri arasında tepside pirinçle pişirilen ete verilen isimdir. Gelelim
Gaziantep’e... Beyranı doğru olarak anlatmak için sizi oraya götürüp yerinde
anlatmalıyım:
Önce, beyranı yemek için erken
kalkmanız gerektiğini yazmalıyım. Nitekim ben de erken kalkıp saat 6’da
Antepdeki Metanet beyran salonuna
gittim. Son derece güler yüzlü insanlar karşıladı beni. Beyran yapmak için
kullandıkları eti, geceden önce kaynatıp, köpüğünü alıp, sonra altını kısıp,
pişmek üzere bırakıyorlar. Bu arada koyunun böbrek üzerindeki yağları da aynı
tencerede sabaha kadar pişiyor. Beyranın pişebilmesi için tencerede yeteri
kadar su var, yani sabaha kadar yavaş yavaş pişerken suyu bitmiyor. Sabahtan
dükkanı açtıklarında böbrek üzerindeki yağ, pişme sırasında suyun üzerine
çıktığı için, önce onu kevgirle alıp, başka bir kaba yerleştiriyorlar. Daha
sonra iyice pişen eti suyundan ayırıp; pilav pişiriyorlar. Şimdi, tezgahın
üzerinde böbrek yağı; pilav üzerinde de pişmiş etler var. Diğer taraftan
geceden hazırlanan et suyu, ocağın yanında duruyor. Ocağın diğer bir yanında da
kırmızıbiber bulunuyor. Müşteri gelip beyran istedi. Eğer yağlı istedi ise,
sahanın altına bir miktar böbrek üstü yağı konuyor. Onun üzerine pilav, onun da
üzerine pişmiş et yerleştiriliyor. Beyran, o şekilde kuru kuru hızlı yanan
ocağın üzerine oturtuluyor. Üzerine bol miktarda kırmızıbiber konuluyor. Et
suyu ilave edilmeye başlıyor. Et suyu ilave edilir edilmez beyran sahanı alev
alıyor. Alev birkaç saniye içerisinde sönüyor ve et suyu ilave edilmeye devam
ediliyor. Sahan et suyu ile dolunca, bir taraftan da kaynıyor. Ateşten almak
için kerpeten kullanıyorlar. Sahanı tabağın üzerine oturtup müşteriye servis
yapıyorlar.
Burhan
Oğuz benim çok saygı duyduğum bir araştırmacı. Türkiye Halkının Kültür
Kökenleri ismini verdiği kitabında P. Rousseou isimli yazarın “çorba ve et suyu içme adetinin
Avrupa’ya Asyalı istilacılar tarafından getirildiğini” yazmış.
Büryan/biryan/beyran Fransa’da “bouillon”
olmuş ve bugünkü restoranları doğurmuş! Kente özgü bir toplumsallaşma mekanı
olarak restoran bu et suyunun
ikramından doğmuş. İnsanlar şifalı et suyu içmek için restorancının odasına
giderlermiş.
Bouillon,
“bulyon” okunuyor ve neredeyse tüm
Latin dillerinde et suyu demek. Et suyu elde etmek için Anadolu’da farklı
teknikler vardır. Bunların en yaygın olanı kemiği fırınladıktan sonra uzun
saatler yavaş ateşte pişirmektir. Bugün,
bu yöntem Fransızlar tarafından da kullanılıyor, onlar ilave olarak kemiğin
kaynadığı tencerenin içerisine soğan, havuç gibi sebzeler koyup, et suyunu
biraz daha lezzetlendiriyorlar. Ben, biraz daha ileri gidip, bir çubuk tarçın
ve defne yaprakları da koyuyorum tencereye... Kemik suyunu elde ettikten sonra
kullanabileceğim miktarda küçük kaplarda veya buzdolabı torbalarında
donduruyorum. Gerekince de kolayca kullanıyorum. Amerikalılar, her şeyde olduğu gibi bülyon
elde etmede de “fast food” tekniğini
kullanıp, tabletler halinde et suyu yapıp, dev yiyecek şirketleri vasıtasıyla
da dünyaya pazarladılar. Seneler evvel, bilmediğim için o tuzağa ben de düştüm!
Tablet, yemeklere tad verdiği için kullandım. Sonra, öğrendim ki içerisinde msg
denilen tuz var. Hemen vazgeçip, atalarımın yöntemini kullanmaya başladım.
Oğlum
Türker, sağolsun, kütüphanemi bilgisayardaki
bir proğrama aktardı. Artık, hangi kitabın nerede olduğunu biliyorum. Veee,
daha önemlisi alıp da unuttuğum kitaplarıma yeniden kavuşmanın keyfini
yaşıyorum. İşte bunlardan birisi Rebecca L. Spang tarafından yazılan “Restoranın İcadı” kitabı. Spang,
kitabında restorancılığın18. Yüzyılda Paris’te sıcak bulyon satan dükkanlarla
başladığını yazıyor.
Restoran, Fransızca bir kelime.
Canlandırıcı güç veren demek. Güç veren ise, sıcak olarak hazırlanan bulyon
denilen et suyu. Epey araştırdıktan sonra buldum! Pierre Louis Duval
(1811-1870) isimli Fransız kasap, hallerde çalışan işçilere satmak üzere dükkanında sıcak bulyon hazırlamış. Bu iş, o
kadar tutmuş ki 1900 lerin başında Paris’te 200 bulyon dükkanı varmış. Benim
yaşımda olanlar hatırlarlar. Özellikle kış aylarında lokanta, aşevi gibi
yerlerin tabanlarına talaş serilirdi. İşte bu dükkanlarda aynen öyleymiş, kışın
tabanlarında talaş seriliymiş. Paris’in Racine bulvarındaki bulyon
dükkanlarından birisi aslına uygun olarak restore edilmiş, halen hizmet
ediyormuş. Tabanında talaş serili mi değil mi bilemiyorum! Bugün ki
restorancılık anlayışı bulyonculuktan gelişmiş ve ilerlemiş.
Yemek
yazarı arkadaşım, Clara Maria Gonzales Amezua, beni Madrid’te artık sadece bir
tane kalan böyle bir bulyoncuya götürmüştü, seneler evvel. Ayaküstü konuk
olduğumuz mekan, herhalde 6-8 metrekare bir yerdi. Duvarda çok şık bir ayna
vardı. Tezgah falan da vardı. Şık ve sade bir yer olarak dekore edilmişti.
Kocaman, pirinç, semavere benzeyen bir kapta bulyon sıcak muhafaza ediliyordu.
Sipariş verince, adam, porselen bir fincana bulyonu akıtıp, çay veya kahve gibi
servis yapıyordu. Sıcacık, şahane bir tadı vardı...
İşte
böyle, bizden ayrıldıktan sonra bulyon olan beyran, gitmiş Paris’te, Madrid’te
porselen fincanlara konuk olmuş. Aynı zamanda da şifalı olduğu kabul edilen bulyon,
şifa dağıtılan restoranların başlamasına da neden olmuş. Paris’te 20. Yüzyılda
var olan 200 beyrancıyı okuyunca, aklıma Antep’deki beyrancı dükkanları
geldi... Demek ki bu çok eski bir gelenek... Şifalı olduğuna Anadolu’da da
inanılıyor. Hasan Ali Yücel, büryanın ne kadar faydalı olduğunu anlatan bir
şiir yazmış.
1808-1839
arasında hüküm süren II. Mahmut döneminde Çorlu’ya gelen bir İngiliz, kelle
paçanın aşçı dükkanlarında piştiğini, yanında kaymakla pek de lezzetli olduğunu
yazmış. Demek istediğim, beyran/büryan/biryan veya kelle, paça Anadolu’nun her
yerinde, Fatih Sultan Mehmet’in sarayında da yaygın olarak pişirilen bir yemek.
Okuduğum metinlerden birinde Fransa’nın Périgord
bölgesinde eskiden yapılan düğün çorbasının beyran gibi hazırlandığı yazılıydı.
Ne tesadüf! Anadolu’da da benzer bir adet var! Niğde ve Adana Karaisalı’da
düğünden bir gün sonra gelinin arkadaşlarına ve akrabalarına ikram ettiği
yemeklere “Paça günü” deniyor. Ve bu
sırada eylence de yapılıyor.
Belki
merak edersiniz... Lokanta kelimesi ise İtalyanca. Konaklama odaları da bulunan
aşçı dükkanı, han demekmiş. Kitaplarımı yazarken konuştuğum han sahibi ve
bizzat işleten Antepliler, elli sene evveline kadar, hana gelen hatırlı konuklara
annelerinin evlerde çeşit çeşit yemekler yaptığını; yemeklerin hana taşınıp
orada konuklara ikram edildiğini anlatmışlardı bana.
Gaziantep’deki
lokantaların aslı da beyrancılığa dayanıyor. İmam Çağdaş’ın sayfasında da bu
gayet güzel anlatılmış. Develi Lokantalarının sahibi Arif Develi’de
Antep’deyken lokantalarında beyranı nasıl yaptıklarını bana uzun ve detaylı
anlatmıştı. Hatta, tencerenin içerisindeki kelle ve paça iyice pişsin diye,
tencerenin kapağını hamurla kaplar, ocağın altını da sabaha kadar sönmeyecek
şekilde ayarlı bırakırlarmış. Akşam, dükkanlarında hafif kaynar halde
bıraktıkları kelle paçayı, sabahtan dükkanı açtıklarında pek güzel pişmiş
bulurlarmış. Arif Bey’in söylediğine göre, zaman zaman kazalar olur, ocak yanar
halde bırakıldığı için yangın da çıktığı olurmuş.
Hiç
aklınıza gelirmiydi, beyran dükkanlarından güzel restoranlar doğacağı?
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/ adresinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder