1940
lı yılların başı... Paris’te bir opera sahne alacak, ancak baş rolü oynayan
Soprano hastalanıyor. Sahneye çıkması mümkün değil... Yerine sahne alabilecek
genç, 17 yaşında bir kızı işaret ediyor. 17 yaşındaki kız, operada keman dersi
alırken sesinin güzelliği ve kabiliyeti keşfedilen birisi aslında.
Sesi güzel
olunca, soprano olarak eğitiliyor öğretmenler tarafından, yani konservatuvar
eğitimi almamış... Opera perdelerini açıyor ve 17 yaşındaki kız sahnede...
Müthiş başarılı bir performans sergiliyor oyun boyunca ve ayakta
alkışlanıyor... Ertesi gün kızın evine düzinelerce gül, karanfil gibi çiçekler
geliyor... Gönderen herhangi isimli bir adam! Bu kadar yoğun talep olunca
tanışma gerçekleşiyor... Adam, 40 küsur yaşında oldukça ünlü bir casus, kız ise
17 yaşında... Casus adam, kızı operanın localarından birinden seyretmiş ve
bayılmış, ısrarla evlenmek istiyor. Kızın ailesi, tanınmış bir mobilya
imalatçısı aile... Kızın evebeyinleri bu evliliği kesinlikle onaylamıyor, karşı
çıkıyorlar. Ancak, 17 yaşındaki tazeye laf anlatmak ne mümkün! Kızımız casus
adamla evleniyor, üstelik iki tane de kızları oluyor, üstüste... Bu sırada
Paris yanıyor! İkinci dünya savaşının en sıcak günleri, Paris bombalanıyor
veeee damadımız casus adam bombalama sırasında hayatını kaybediyor. Bu sırada
19 yaşamış olan kızımız, iki minnacık çocuk ve casus adamın çok kıymetli diye verdiği bir broşla baba evine geri dönüyor.
Çocuklar ve kız baba evine kabul edilebilir! Ama bir şartla: casus adamın adı
anılmayacak, ondan hiç bahsedilmeyecek ve çocuklar onu baba bilmeyecekler! 19
yaşındaki kız çaresiz kabul ediyor ve yeni bir yaşam başlıyor onlar için...
Bütün bu trajedi yaşanırken, Rus mafyası boş durmuyor! Casus adamın genç karısına
verdiği çok kıymetli broş, Rus Çarlarından birine aitmiş, onu kadını ve
çocuklarını ölümle tehdit ederek geri alıyorlar...
İkinci dünya savaşının en sıcak
günleri, Paris yanıp bombalanırken, 19 yaşındaki kadın dul kalıyor, en değerli
serveti broşu kaybediyor... Gel gör ki hayat devam ediyor veee kızın otoriter
babası, çocukların dedesi mahalledeki güzel bir hanımla aşk yaşarken
yakalanıyor. 19 yaşındaki kadının Annesi İsviçre asıllı, kocasına kızıp,
bırakıp gidecek bir yeri yok, o nedenle durumu kabul ediyor. Ancak, dede çok
düşünceli bir adam, “karım küçük düştü”
diye Paris’i terk edip, başka güzel bir kentte kendilerine yaşam kuruyorlar...
Geçen hafta birkaç günlüğüne Michele
(Mişel okunuyor) isimli bir konuğum vardı, burada kısaca yazdıklarım onun
hayatı... Casus adam, onun –kendisi 17 aylıkken ölen- babası ve kocasından 20
küsur yaş küçük olan kadın da annesi...
Rahmetli Dun Gifford –John
Kennedy’nin konuşmalarını yazan adam- “Yemek, iyi bir Büyükelçidir” derdi.
Gerçekten öyledir, çok farklı insanlarla tanışıyorsunuz, hoşça vakit geçirip,
öğrenmenin yanısıra, farklı konularda bilgi sahibi oluyorsunuz ve herşeyden
önemlisi de kalıcı arkadaşlıklar kurabiliyorsunuz. İşte ben de Michele’le böyle
bir nedenle tanıştım.
Hiç
tanımadığı Babasının casus olması Michele’i maceraperestlik açısından etkilemiş
herhalde... Kendisi, antropolog, aşçı ve daha bir sürü şey... Fransızca ve
İngilizceyi ana dil olarak konuşuyor. Bildiği başka lisanlar da var! Çok
sempatik bir kadın, dünyanın her yerinde arkadaşları var, onların evlerinde
kalarak dünyayı öğreniyor. İstanbul’a Tebriz’den geldi. İran’da özellikle
dışarı çıkarken, -balkon da dahil- kadınların başlarını örtmeleri gerekiyormuş.
Michele: “balkona çıkarken ev sahibi terlik giymemi istiyordu. Birkaç keresinde aynı anda hem terlik giyip,
hem de kafamı örtmeyi beceremediğim için ev sahibim çok kızdı” dedi. Böyle
ilginç deneyimler de ediniyor ve bana aktarıyor...
En büyük özelliklerinden birisi iyi
bir aşçı olması Michele’in... İsviçre-Fransa karışımı bir anneanne’nin elinin
altında büyümüş ve Fransız mutfağının klasik bilgileri dağarcığına işlemiş.
Zaten Amerika’da Fransız yemekleri pişirdiği bir de restoranı var. Amerika’da
alkol satma ruhsatı oldukça pahalı, o nedenle içkinizi kendiniz
götürebileceğiniz restoranlar var. Michele’ki de onlardan birisi... Örneğin
beyaz şarap götürdüyseniz, onu soğutup servis yapmaları karşılığında ufak bir
bedel alıyorlar tabii. Michele’in bazı müşterileri içecekleri şarapları kasa
ile kendisine gönderiyorlarmış. Michele onun hesabını tutup, bitmeye yakın, “stok
bitiyor, tekrar gönder” diye ikaz da
edermiş. Müşteri hoşluk olsun diye arada bir iki şişe de Michele’e hediye
ediyormuş. Bence güzel bir yöntem... Bizim sıradan alkol satan lokantalarımız
şarap açısından felaket! Genellikle mönülerde piyasadaki en ucuz şarap
bulunuyor. Bizde de böyle bir uygulama olsa, hiç üşenmez şarabımı götürürüm.
Michele iyi aşçılığı sayesinde
Sibirya’dan tutun Avusturalya’ya kadar restoran sahipleri tarafından istenerek
ağırlanıyor. Restoranlarında yemek pişiriyor, ona karşılık da restoran
sahipleri onu misafir ediyorlar. Michele bana İran’dan safran getirmiş... Hadi,
onu kullanacağımız bir yemek yapalım dedim. İran usulü pilav yapmaya karar verdik. İran usülü
pilavın en büyük özelliği dibinin tencereye tutturulması... Pilavın altı, biraz
kabuk bağlıyor ve altı nar gibi kızarıyor. Bu tür pilav için Basmati pirinci
kullandık. Önce pilavı pişirip, sonra kızgın tereyağı döktük ve dinlendirdik.
Epey dinlendirdikten sonra pilavın içine bir yarım limon koyup, çok az da su
ilave edip, dibini tutmasını bekledik. 45 dakikada dibi kabuk bağladı ama nar
gibi kızarmadı! Tadı filan gayet güzel di afiyetle yedik...
Şimdi inanmayacaksınız! Bu kadar
basit bir işlem için ne kadar bulaşık çıktı, biliyor musunuz? Keşke fotoğrafını
çekseydim! Pilavı önce demir döküm bir tencerede pişirmek istedi, itiraz ettim!
Dibi tutmuş bir demir döküm tencereyi ben nasıl temizleyecektim? Uzun süre
ıslayarak belki temizleyebilirdim. Kolayına kaçtım teflon kullandım! Aklıma
gelse, tereyağ miktarını artırıp bakır tencereye koyardım, tıpkı su böreği gibi
nar renginde kızarırdı, aklıma gelmedi! Bunun gibi örneklerle dünyanın bulaşığı
çıktı! Hatırlıyorum bir kere de balıklı içli köfte öğrenmek istemiştim... O
zaman da inanılmaz bulaşık çıkarmıştı bana öğreten hanım! Bunları neden yazdım?
Asla şikayet etmek için değil! Hangi mutfak olursa olsun eğer, klasik bilgileri
yeterince almışsanız, daha doğrusu sindirmişseniz iyi bir aşçısınız demektir.
İşte bu nedenle 15-20 sene evvel, Avrupa Birliği İtalyan annelere çocuklarına
aşçılık öğretsinler diye destek veriyordu. Şimdi daha iyi anlıyorum, neden ben
yetişirken Annem, babam ısrarla benim yemek pişirmesini öğrenmemi istediler.
Gerçekten de yemek pişirmesini biliyorsanız iyi bir yeteneğiniz var demektir.
Yalnız unutmamak gerekir, sonrada kazanılmış deneyimle, genç yaşlarda
gözetlenerek öğrenilenlerin arasında epey fark var. Daha doğrusu her iki
deneyim bir araya getirilince muhteşem ikili oluşturuluyor.
Michele ile konuştuğumuz konulardan
birisi de lokanta ve kafelerdi...Bana gastronominin zirvesi Fransa da bile çoğu
kafe’nin saat 12:00 de başlayacak öğle yemeği servisi için saat 11:00 de
açıldığını söyledi. Dediğine göre, bu kafelere saat 11:00 de içerisinde
dondurulmuş yiyecekler olan bir soğuk zincir kamyonu yanaşıyor, gelen mallar
kafedeki derin dondurucuya aktarılıyor. Kafe servise başladığında siparişe
göre, ısmarlanan yemek ya kızartma tenceresine, ya mikrodalga fırına veya
normal fırına giriyor o kadar! Peki, İstanbul için bu resim farklı mı? Tabii ki
hayır! Aynı şey burada da oluyor. Sipariş ettiğiniz herşey derin dondurucudan
çıkıp, bir türlü ısıtılıyor veya pişirilip önünüze geliyor. Hatta, bu tür
kafelerde artık aşçı bile çalıştırmayıp, sıradan gençlere yiyecekleri
ısıtmasını veya servise hazırlamasını hale getirmesini öğretiyorlarmış.
Michele, İstanbul’da çok kısa süre
kalmasınaa rağmen, Eleos restorant’a gitmek şansı oldu. Benim pek beğendiğim
bir yerdir orası... Ancak, Michele hiç beğenmedi! Beğenmeme nedeni ahtapot!
Dondurulmuş ahtapot ızgara edilerek servis edilmiş. Taze olsa hafif gevrek
olacak ahtapot, çözülürken birçok özelliğini kaybettiği için katiyen gevrek
olmuyor tabii. Michele’nin deyimiyle “mucuk mucuk” oluyor! Aynı şeyi ben Mersin
Divan Oteli’nde içli köfte ile yaşadım. Donmuş içli köfte pişerken içi tuhaf
bir renk alıyor ve mucuk oluyor!
Ne dersiniz? Artık bu
lokantaların/Kafelerin dondurulmuş yiyecekleri servis yaparken biraz düşünmeleri
gerekmez mi? Örneğin Eleos, taze ahtapot bulabildiği zaman mönüsüne koymalı,
tıpkı Kos/İstanköy adasındaki Fatma Hanım gibi... İşte o zaman gevrek, lezzetli
ahtapot yedirebilir bize...
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/ adresinde
C'est la vie, je sais aussi...
YanıtlaSil