Bir kitap okuyorum, hemen hemen
bitirmek üzereyim, beni çok etkilediği için bitirmeyi beklemeden birşeyler yazmak istedim.
Gertrude Bell ismini ilk Diyarbakır
Yahoo gurubundan duymuştum. Birinci dünya savaşından önce ve sonra özellikle
Mezopotamya ve Güneydoğu Anadolu’da çok aktif istihbarat çalışmaları yapan,
hatta bugün Ortadoğu’da kullanılan sınırları belirleyen kadın olarak geçiyordu.
O zaman herhalde İnternet’e bakıp hakkında biraz daha bilgi edinip, sonra da
unuttuğum birisi olarak kişisel tarihimde yerini almıştı. Arkadaşım Fazilet
İğde, ile bir telefon konuşmasında Çöl Kraliçesi isimli bir kitap okuduğundan
bahsetti. Kitabı biraz anlatınca Gertrude Bell’in hayatı olduğunu anladım.
Derken: “satın alma da ben bitirdim sana
göndereyim” dedi. Gönderdi, açtığımda 500 sayfalık kalın bir kitap olduğunu
gördüm. Nasıl okurum filan derken, bir anda okuyuverdim ve çok etkilendim.
Gertrude Bell’in çelik uçlu tahta kalemi mürekkebin içine daldırarak yazdığı
güncesinden ve notlarından oluşan kitap, bugünkü Ortadoğu’yu bütün
çıplaklığığla ortaya koyuyor. Janet Wallach yazmış, Püren Özgören
Türkçeleştirmiş. Bir kitabı iyi yapan, tabi ki yazarı... Ama, başka dile
tercüme edildiği zaman tercüman, en az yazarı kadar önemli... Yazarın dile
getirdiklerini tercüman bir başka dile aktarıyor çünkü. Bunun önemini gerçek
anlamda anlayan yazardan birisi Ahmet
Ümit oldu. Son kitabını tanıtırken, kitaplarını diğer dillere çeviren bütün
tercümanların yanısıra Türkiye’deki tercümanları da davet etti ve tarihe
geçecek bir etkinlik düzenledi. Demem o ki, Püren Özgören fevkalade iyi bir iş
çıkarmış Çöl Kraliçesini tercüme ederek.
Şimdi gelelim 14 Temmuz 1868’de
İngiltere’de dünyaya gelen Gertrude Bell’e... Soylu bir ailede doğuyor, zengin bir
yaşamı var ama hayat onun için hiç kolay olmuyor. Zira, 3 yaşındayken annesini
kaybediyor. 7 yaşındayken babası tekrar evlenip, eve bir üvey anne getiriyor.
Üvey Anne, hayatı boyunca Gertrude’da hep destek veriyor. Zaten kitabı meydana
getiren metinlerin bir kısmı da Anne olarak benimsenen Florence’sa yazılan
mektuplardan oluşuyor.
Yatılı kız okullarında başarıyla okuyan
Gertrude, Oxford Üniversitesi’ne giden ender kızlardan birisiydi. Devlet
adamları, krallar, başbakanlar, diplomatlar, düşünürler, bilimadamı ve
akademisyenler ta 12. Yüzyıldan beri Oxford üniversitesine gittiler.
Entellektüel ve soyluların bulunduğu seçilmiş insan topluluğunun bulunduğu bir
okula kabul edilmek, Gertrude’un zaten güçlü olan özgüvenini iyice
sağlamlaştırdı.
Gertrude’un okul kıyafeti, uzun bol bir siyah elbise,
bağcıklı siyah bot ve kafasına sıkıca geçirdiği dört köşeli siyah kepten
oluşuyordu. Ders gördükleri sınıfta 200 erkeğin arasında bir yerde oturmak
yerine, ders veren hocanın üzerinde durduğu yüksek platforma ki sandalyede
oturdu.
Gertrude Oxford’da bir taraftan
Radcliffe Kütüphanesine kapanıp bol bol okurken diğer taraftan da serpildi, gelişti,
güzel bir kız oldu. Kambur durduğu için halasının öğüdüyle sırt tahtasıyla
yarım saat yürüdü, ve o marazdan kurtuldu.
İlginç olan, aralarında Sir Thoms
More, Oliver Cromwell, Edmund Halley, Thomas Huxley, William Morris, John
Ruskin gibi bilim adamı, şair ve edebiyatçıların bulunduğu erkekler Oxford’da
eğitildiler, cüppelere büründüler ve bekârlığı kabullendiler. Yani tüm bu
saydığım isimler, Oxford’da okumalarına karşılık bekar kalmayı kabul ediyorlar.
Derken,
1874’te
erkek öğrencilerin evlenmesine izin verilince Oxford’un havası biraz değişiyor.
1879’da şair Wordsworth’un torunu Elizabeth Wordsworth kız öğrenciler için
açılan Lady Margaret Hall’un ilk müdiresi olunca, daha da büyük değişim
yaşandı, 1886’da Gertrude aynı yurtta kaldı.
Miss Wordsworth kızlar okulunun
müdiresi olarak ilk görevinin öğrencilerini evliliğe hazırlamak olduğuna
inanıyordu. Tanrı kadını “Âdem’e hizmet
edecek eş” olarak yaratmıştı. O nedenle genç bir kadın güzel yazı yazmalı,
kusursuz el işleri yapmalı, ev işlerini zarifçe eda etmeliydi. Kızlar dersleri
öğrenmek için sınıfa gelmeli, özel hocalardan ders almalı ama entellektüel
fikirlerin peşinde koşmamalıydı! Çağdaş düşünür Herbert Spencer’ın belirttiği
gibi düşünmek kadınlar için tehlikeliydi! Beyinlerini aşırı zorlamak, doğurganlıklarını
zayıflatabilirdi!
Diğer
taraftan, Dekan John Burgon kızlara: “Tanrı
sizi bizden aşağıda yarattı; zamanın sonuna kadar da aşağıda kalacaksınız”
diyordu. Oysa Gertrude Bell kendini kesinlikle aşağıda hissetmiyor, erkeklerle
eşit görüyordu. Bu konuda babası en büyük destekçisiydi. Tek inandığı şey
ailesi ve Britanya İmparatorluğu’ydu. İngilizlerin dünyayı yönetmek üzere
seçildikleri inancındaydı. Kendisine aradığı yaşama gayesini Ortadoğu’yu
anlamak, bilmek, anlatmak ve kurmak üzerine oluşturdu.
Gertrude,
İngiltere’de yatılı okula giderken, aynı yıllarda dünyanın bir köşesi Antep’te
de Misyonerler tarafından açılmış yatılı kız okulu vardı ve ona devam eden
öğrenciler bulunuyordu. Gertrude Oxford’da okudu, Antep’deki kızların da
Merkezi Türkiye Koleji’nin Maraş’daki yüksek kız okulunda okuma şansları
bulunuyordu. Kadının erkeğe hizmet edecek eş ve iyi çocuklar yetiştiren bir
anne olarak eğitilmesi, Misyonerler tarafından açılan Amerikan Kız Kolejleriyle,
Cumhuriyet’in ilk yıllarında açılan Kız Meslek Liselerinin temel felsefesiydi.
Çöl
Kraliçesi, benim de yetiştiğim yakın tarihi anlatıyor. Bana da bir iyilik
ediyor ve Ortadoğu’yu anlamam da yardımcı oluyor. Öğrendiklerimi sizinle
paylaşacağım.
Ayfer Tuzcu Ünsal
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/ adresinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder