Judd W. Kennedy’nin Antep’teki Amerikan Kolejini inceleyen tezini okumaya devam ediyorum. Kennedy, 1800’lerde ve 1900’lerde eğitimin nasıl olduğunu anlatıyor: Osmanlı’daki ilk yabancı okul 1734’de Cizvit misyonerleri tarafından Lübnan’ın Antoura kentinde açıldı. Daha sonraları Fransa, İtalya, İspanya, Büyük Britanya ve Amerika devletleri de Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde okullar açtılar. -Bu tesbiti doğrularcasına senelerce İngiltere’nin fahri konsolosluğunu yapan İskenderunlu Hınd Koba, İskenderun’da 1940’dan önce 9 ayrı ülkenin okulu olduğunu söylemişti.-
Suriye’de okul hiç yoktu. Suriye ve Türkiye’de eğitim düşük seviyeli ve standart değildi. Tarihçi Kemal Salibi’ye göre Suriye ve Lübnan’da cehalet hüküm sürüyordu. 19. Yüzyılın ilk yarısında sadece zengin ailelerin çocukları eğitim görüyorlardı. Kızlar ise hiç eğitim almıyordu. Okul yok, okulların gerekli kitap ve hocaları yok. Yoksulluktan okuyamanın yanısıra önyargılar da bulunuyordu. 1836’da Osmanlı eğitim isteminde reform yapıldı. Açılan ilkokul, ortaokul ve liselerin idari yetkisi Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Misyonerler 1819 yılında Boston’da aldıkları bir kararla Kudüs’e gitmeye ve Protestanlığı yaymaya karar verirler. Bu amaçla Boston’dan yola çıkıp, 2 ay süren bir yolculuktan sonra İzmir’e gelirler. Daha sonra Kudüs’e giderken yol boyunca, birçok Anadolu şehir ve kazasını da bu arada tanıyıp çalışmalarını yürütürler. Protestanlığı yayma eylemi en fazla Antep’te başarılı oldu. Filistin, Lübnan, Yunanistan gibi yerlerde senelerce yapılan çalışmaya karşılık tüm bu emekler Antep’te köklenip filizlenmişti. Misyonerlerin üzerlerindeki onca baskıya rağmen, Amerikan Bord Heyetinin çalışmaları 19. Yüzyılın ortasında büyüdü ve yeni gelişmenin haberini verdi. Çalışmaların en göze batan özelliği kalıcı kilise, hastane ve eğitim kurumları açmalarıydı. Merkezi Türkiye’de misyonerlerin ilk kurdukları kurum kiliselerdi. Amerikalı din adamlarının ve yerli olup, Protestanlığa dönenlerin yardımıyla ilk resmi Protestan kilisesi 1846 da İstanbul’da kuruldu. Aynı yıl, misyonerler İzmit, Adapazarı ve Trabzon’da üç kilise daha açtılar. Protestan kiliseler Türk hristiyanlarını diriltecek miydi? Ülkeye kalıcı olarak yerleşmeye gelen Misyonerler 1830’dan itibaren geldiler. Modern yol sistemi yoktu! Merkezi hükümetin kırsal bölgede otoritesi de yoktu! Bu nedenle Amerikalı gezginler hiç de konukseverce karşılanmadılar. Coğrafyanın acımasızlığına rağmen, misyonerler başlangıçta Adana, Maraş ve Antep’te başarılı oldular. Bu arada yerel nüfusun üçte birinin Ermeni hristiyan olduğunu söyleyelim. Ermeniler için gelen ilk misyonerler 1831’de İstanbul’a ulaştılar. İlk gelen William Goodell, Yale Üniversitesi mezunu idi. Bir sene sonra Henry Dwight geldi, başkentte beraber çalışmaya başladılar. Daha sonra onlara Dowdain Koleji mezunu Cyrus Hamlin katıldı. Sene 1840’dı.
ÇAM KOZALAĞI İLE YOĞURT MAYALAMAK İnternette okudum, yeşil çam kozalağı yoğurt mayası olarak kullanılabiliyor. Benimle aynı haberi okuyan arkadaşım Çiğdem Karal, Dalyan’da oturduğu ve gözünün görebildiği yer çam ağacı olduğu için hemen davranıp mayalamış ve yoğurt tutmamış. Ben, bir adım ileri gidip, Anadolu mutfağı hakkında engin bilgi sahibi Musa Dağdeviren’e kozalağın nasıl olması gerektiğini sordum. “Kozalak, taze ve dıbık olmadı” dedi.- Dıbık kelimesini bazı okurlarımız bilmeyebilir. Arapçadan Türkçeye geçme bir kelime. Tatlı bulaşığı veya çam ağacının reçinesi demek.- Şanslıyım! Her gün bir saat yürüyüş yaptığım yerde, başta çam ağaçları olmak üzere türlü çeşitli ağaçlar var. Hatta, çam ağaçlarının da farklı türleri olduğu için değişik görünümlü kozalaklar var. Ben, gözüme kestirdiğim yeşil ve iri kozalakları iki farklı ağaçtan kopardım. Koparırken kozalaklara dokundum, evet biraz dıbıktılar! Neyse, eve getirdim, baktım ki kopardığım yerden epey reçine salmışlar, pek sevindim! Ertesi gün, Aysun The Sütçü’nün sütü geldi, kaynattım, soğuttum. Sonra tekrar ısıtıp küçük bir kazana, elde ettiğim reçineyi, iki kozalağı ve sütü koydum. Büyük bir merakla saatların geçmesini bekledim. 5 saat sonra açtım, önce olduğunu sanıp müthiş sevindim. Sonra kazanı azıcık salladım ve sütün yoğurda dönmediğini gördüm. Sütte herhangi bir reaksiyon meydana gelmemişti. Kozalaklar içindeyken sütü tekrar ısıttım ve kazanı sardım. Yine yoğurt tutmadı. Musa’yı aradım, başarısız olduğumu söyledim. “Kozalakta bir tuhaflık var o zaman” dedi. Sonra da “kozalaklar olgunlaşmamış olabilirler” diye ilave etti. Hiç problem değil, beklerim! Kozalaklar olgunlaşınca yine yoğurt mayalayacağım, taaa ki başarıncaya kadar... |
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/ adresinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder