Bazı kimseler doğup, yaşadıkları ülkeden memnun değiller... Başka ülkelerde işlerin daha kolay yürüdüğü, yaşamın daha rahat olduğunu sanıyorlar! Noél Hanım bizi Provence bölgesindeki evine akşam yemeğine çağırdı. Davet edildiğim ev, eskiden Papazın evi imiş, birkaç adım ilerisinde de ortaçağ’dan kalma bir kilise var. Anladığım kadarı ile burası geniş arazisi ile eskiden manastır gibi bir yermiş. Eski dediğim zaman ortaçağı kastediyorum!
Yemeğin sonunda Fransızca olarak muhteşem koyu bir sohbet başladı. Çok az anlamama rağmen, politika ve politikacılardan konuştuklarını sezdim! Aynı bizdeki gibi... “Ne olacak bu memleketin hali” muhabetleri...
Dünyanın her yerinden çok arkadaşım var artık... Uluslararası lisan İngilizce olduğu için, onlarla konuşmak da problem değil. Birçok dünya vatandaşı, cevap veremese bile İngilizce olarak ne dediğinizi anlıyor. Karşı taraf yeterli İngilizce bilmiyorsa, merak ettiklerinizi soramıyor; sohbet edemiyorsunuz... Bu bir eksiklik tabii. Yani, gittiğiniz ülkenin kültürünü yaşayarak anlamanız zorlaşıyor, o kadar...
Bir sürü arkadaşım olunca, kendi kendime şöyle bir analiz yapabildim: özellikle Akdeniz ülkelerinde çok bürokrasi var, yaşam zaman zaman bir ıstıraba dönebiliyor. Bir örnek vereyim: sürücü belgeniz, yani ehliyetiniz aramızda antlaşma olduğu için birçok ülkede geçerli... Zaten dikkat edin, cebinizde taşıdığınız belgenin üzerinde İngilizce de yazıyor. Diyelim ki Fransa’da araba kullanıyorsunuz, ola ki bir kaza yaptınız... Kazanın boyutu hiç önemli değil... Siz, yabancı olduğunuz için sigorta geçerli değil... Tamam da belgemle araba kullanmama yasal olarak izin veriyorsun, peki sigorta neden geçerli değil? Tuhaf bir durum yok mu ortada....?
Bürokrasi ve milliyetçilik çoğu ülke vatandaşının yaşam kalitesini farkında olmadan düşürüyor. Louvre müzesinde tüm eserlerin yanındaki etiketlerde sadece Fransızca izahat veriliyor. Aynı şekilde Rusya’da da öyle... Sadece kendi ana dillerinde... Louvre müzesinde 5 Avro verip, sesli bir rehber kulaklığı aldım. 5 saat filan onu boynumda taşıdım ve kullananamadım. Gayet kötü ve karmaşık yapmışlar. Tamam da, eselerin yanında İngilizce izahat bulunan birer etiket olsa, yaşam benim için daha kolay olurdu ve gördüğüm eserlerin ne olduğunu daha kolay anlardım. Daha önce yazdım, Louvre müzesinde Antakya’dan götürülmüş güzel ötesi bir mozaik tablo gördüm. Etiketi okumaya çalıştım ve Antakya’dan götürüldüğünü anladım. Yani, İngilizce izahı olsa, biraz daha bilgi sahibi olsam, kötü mü olurdu?
Milliyetçiliğe hemen bir örnek daha vereyim: Provence’daki botanik müzesinde Melissa isimli bitkinin örnek olarak Türkiye’den götürüldüğünü anladım. Gelince sözlüğe baktım, “oğul otu” veya “limon nanesi” de deniyormuş. Bazı marketlerde kurutulmuş yaprakları da satılıyor. Ben çayını çok seviyorum, gerçekten limon gibi hafif ekşi bir tadı da var. Botanik müzesinde örneğini görünce, bitkinin muhtemel anavatanının Anadolu olduğunu anladım. Bir ara, özellikle kız çocuklarına “Melisa/Melis” gibi isimler koymak yasaklanmıştı! “Efendim, neden yabancı ismi çocuklarınıza koyuyorsunuz?” diye bir soru ile karşılaşıyordu anne ve babalar... Peki çocuğumuza sırf Türkçe diye “oğul otu” veya “limon nanesi” diye mi isim verelim? Üstelik limon kelimesi de Türkçe değil! Ne var yani, çocuğa ülkemizde doğal olarak yetişen bir bitkinin Latince ismini koysak? Üstelik kulağa da hoş geliyor...
Galiba Fransa’da mevsimiydi ortalıkda mol miktarda salganyoz vardı. Gerçi yemek yediğimiz küçük aile lokantasında salyangoz yiyebilmek için daha önceden sipariş verdiklerini söylediler ev sahiplerim. Bu minik lokantada salyangozları hafif kızarttığı çıtır çıtır bir kalıp içerisine koymuştu aşçı hanım, çok beğendim. Gerçi, Barbara’nın dediği gibi, kızartılmış hamur, salyangozların tadını bastırmıştı.
Michleyn yıldızlı lokantalar bile Provence bölgesinde anne-baba-oğul olarak çalıştırılıyor. Genellikle aşçı olan anne... Ailesinden gördüğü gibi pişiriyor. Baba, daha ziyade alışveriş sorumluluğunu üslenmiş. Oğul ise kaç yaşında olursa olsun servis elemanı... Bu tür lokantaların hepsi istinasız iyi... Yemekler pek lezzetli... İnsanlar çok güler yüzlü servis yapıyorlar. Lokantalar ise küçük, en büyüğünde 10 masa ancak var... Dikkatimi çekti, Provence bölgesi turist kaynıyor! Bindiğimiz hızlı tren, boştu. Provence gelince bütün koltuklar doldu. Çoğu da yabancı idi...
Fransızların biri bile şişman değil. Amerikalıların ise neredeyse hepsi... Şimdi artık Türkiye’de de başta çocuklar olmak üzere hemen herkes şişman... Ben ilkokul ve Kolejde okurken hatırlıyorum, bir tek arkadaşım bile şişman değildi... Demek ki Fransızlar doğru, biz yanlış besleniyoruz...
Barbara’nın patlıcan söğürmek/közlemek için evine yaptırdığı sistemi pek beğendim, buraya fotoğrafını koydum ki siz de göresiniz. Aynı sistemde, ortasından açılmış tavuk da pişirilebiliyor. Tavuk pişirmede dikkat edeceğiniz husus, tavuğun üzerinde deri olan tarafının ateşe gelmesi, aksi halde tavuk büzülüyor. Ortaya kötü bir manzara çıktığı gibi, pişmiyor da...
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/p/yazilari.html adresinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder