Provence’daki evde ateş yaktık, Barbara bana odun ateşinde tavuk kızartmasını öğretecek. Mutfakta yaktığımız ateş nedeniyle bütün pencere ve kapılar açıldı, baca fevkalade iyi çekmesine rağmen, pencereler açık...
Ateş yaktığımız yer mutfak; daha önce bahsetmiştim, harika, çalışan, her türlü pişirme stilinin olduğu bir köy mutfağı... Ateşi yakarken, Barbara, körük yerine uzun bir çubuğu üfürdü ve ateş canlandı! Bir tarafa koyunca elime alıp, çubuğu inceledim. Provence da kullanılan bir nevi körükmüş bu. 1 metre civarında, 4,5-5 cm çapında sopanın ortası delik. Daha doğrusu, ortasındaki 5,7 mm delik doğal bir boru gibi. Siz bir taraftan üfürünce, üfürük müthiş bir enerjiye dönüşüp, sopanın ucundan hava olarak ateşe ulaşıyor ve canlandırıyor ateşi. Ben, Barbara kadar kuvvetli üfüremediğim halde, ateşi yakmayı başardım ve çok sevindim... Şimdi, çıtır çıtır muhteşem bir ateş yanıyor mutfakta...
Provence’a geldiğimizden beri yağmur yağıyor. Sadece bugün hava açtı, ben de Barbara’nın çok emek harcayarak hazırladığı bostanı incelemek fırsatı buldum. Onun bilgisine, harcadığı emeğe ve bitkilere verdiği sevgiye hayran oldum. Arada bir “bıızzzzz” gibi bir ses geliyordu. Onun ne olduğunu Barbara’ya sordum. Bana, “danaburnu zararlısını kaçırmak için batarya ile çalışan bir alet” dedi. Danaburnunu iyi tanıyorum, Arsuz’daki bahçemde az mı zarar verdi bana???? Demek böyle aletler var... Fare için olanını biliyorum da, danaburnu için olanını bilmiyordum. Bahçede kuşkonmazdan rezeneye, maruldan yeşilsoğana, Doğu Anadolu bölgesinde pek sevilerek yenilen “ışkın”dan, çileğe kadar her türlü sebze, meyve ve çiçek var. Işkın, özellikle Vanlıların pek sevdiği bir yiyecek; yabani olarak dağlardan toplanıyor. Soyularak çiğ olarak yeniyor. Batı dünyasında ise, kültür olarak yetiştiriliyor ve bir nevi tatlısı yapılıyor. Ben ilk defa Barbara’nın elinden “ışkın turtası” tattım ve çok beğendim. Işkın elime geçsede ben de denesem, ama nerede? Kadınlar pazarına gidersem, belki...
Paris’e dönerken, hızlı trende oturduğum yerde bilgisayarımın fişini takacak yer vardı, taktım ve yazmaya devam ettim. Bu yazı trende yazıldı.
Bölgeyi gezerken daha önce tanıyor gibiydim. Neden biliyor musunuz? Aklıma sonra geldi... Provence ressamlar tarafından o kadar çok resmedilmiş ki, sanki hepimiz oraları biliyoruz. Tabii, yeşil ve çok güzel doğaya sahip bir yer olduğu için ressamlar seneler boyu etkilenmiş ve Provence bölgesini tuvallerinde yansıtmışlar. Fotoğraf çekerken Sabancı ve diğer müzelerde gördüğüm tabloları hatırladım. Vizörden baktığımda o tabloları görüyordum sanki.
Provence’a ilk vardığımız gün Micheleyn yıldızı olan bir lokantada yemek yedik. Ben bir nevi patlıcanlı börek yedim. Bir nevi diyorum, zira kıtır yufkanın arasında patlıcan ve peynir konularak kızartılmıştı. Antep’de Zirve Park’ın sahibi İsmail Babacan çok daha iyi yapar patlıcan böreğini. Bir de Pandelli’de yemiştim, o İsmail’inden değişikti. Pandelli’ye ait çok eski bir tarifmiş. İsmail, patlıcan böreğini tek servis eder, yediğim lokanta bol yeşil salata ile servis etmişti ve çok yakışmıştı.
Sıcak yemek olarak, ben horoz, Türker tavşan ve Barbara ördek yedi. Birbirimizle değiştik, tadları pek güzeldi... Daha önce Portekiz’de horoz yemiştim, bu lokantada yiyince tadını hemen tanıdım. Sahi bizde neden yok böyle yemekler? Niye, horozu, horoz olarak servis yapmıyoruz?
Ahhh bu şaraplar ne kadar güzeller... Gittiğimiz tüm lokantalarda; öğle ve akşam yemeklerinde evde hep şarap içtik. Tanrım! Bir tanesi bile kötü değildi. Türkiyem de ise alkol yasaklanmak üzere... Şarap servis eden yerlerde ise şaraplar genellikle ucuzundan seçildiği için hep aynı markalar ve kötü. Türk Hava Yolları’nda da ben beni bildim bileli aynı marka şarap yolculara sunulur ve tek kelime ile berbat!
Salyangoz mevsimi olması nedeniyle gittiğimiz lokantalarda özel olarak ikram edilen yemek hep salyangozdu. Hatta, bir lokantada özel salyangoz tabağı bile vardı. Midye şeklinde gevrek hamur kabuklara koydukları salyangozlar pek nefisti. İyi ve Michelyn yıldızına sahip lokantalar genellikle aile işletmesi. Ana-oğul veya Ana-baba-oğul çalışıyorlar. Barbara, yer ayırtırken benim reklamımı yaptığından, mutfaklarından dışarı çıkıp, beni karşıladılar ve çok iltifat ettiler.
Yarısı Fransız bir aile ile on gün yaşadık. Her ikisinden de o kadar etkilendim ki, Denise, röntgen müteassısı. Konuşulanlardan anladığım kadarı ile hep serbest çalışmış. Çok iyi bi hekim olduğunu arkadaşım birkaç Amerikalıdan duydum. Amerikada tam teşhis konulamayan hastalıklara Denise teşhis koymuş. Türkiye’ye geldiğinde de benim, teşhis konulamayan hasta arkadaşımı iyi etmişti, oradan biliyorum çok iyi bir doktor. Tıp makinalarını yöneten bir proğram geliştirmiş, yanında 50 kişi çalıştırıyor, daha önce yazdım, kazancının %75 şini vergi olarak ödüyor. Beraber kaldığımız sürede dikkat ettim, bir saniyesi boş değil, hep okuyor. Trende, yeni basılmış kalın tıp kitapları okuyordu. Tatilde, bir kez bile telefonla görüşme yapmadı ve zaman zaman roman; aktüel dergi ve güncel kitaplar okudu. Kitap okumadığı zamanlarda resim yaptı. Türker’e iki resmini hediye etti. Türker’i sanata yönelmesi, yoğun çalışma hayatında dinlenecek en güzel şeyin resim yapmak olduğu konusunda adeta eğitti.
Barbara ise Antep deyimiyle kerdiman bir kadın... Ya, bahçede çalışıyor, ya yemek pişiriyor, ya da Elif Şafak veya Orhan Pamuk okuyor! Elif Şafak’ın bütün kitaplarını okumuş. Düşünebiliyor musunuz? Yediği çoğu sebzeyi kendi yetiştiriyor. Hafta sonları topladıklarını hafta içi Paris’te tüketiyor. Bana bile verdi! Çöpünü ayırıyor. Kağıt, teneke, plastik, cam ve piller ayrı ayrı toplanıyor. Sebze, meyve ve yiyecek artıkları birarada toplanıp “kompost” denilen gübre oluşmak üzere havalandırılarak bekletiliyor. Ben de çöpümü ayırıyorum ama, apartman katında kompost yapmayı bilmiyorum, o nedenle organik çöpü zorunlu olarak atıyorum.
Barbara ile sohbetlerimizi de yazacağım.
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/p/yazilari.html adresinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder