Bahar aylarında doğa uyanırken gezmek büyük keyif. Eşimin Dekanlar Konseyi için İzmir’e gitmesi gerekiyordu, ben de takıldım peşine... Araba ile gittiğimiz için Batı Anadolu’nun muhteşem doğasının kısmetimize isabet eden kısmını görme şansımız oldu.
Bandırma’ya feribotla gidince yol yakınlaştı. Akhisar, Manisa ve İzmir olarak belirledik rotamızı. Aksihar’a ilk kez gittim galiba. Zeytinyağında iddialı olan bu belde, dikkati çekecek kadar medeni bir yer. Afişlerde okuduğuma göre, 20 bin öğrenci varmış.
Eşim, internette “Akhisar’da ne yenir?” diye araştırmış ve sorusuna yanıtı “köfte” olarak almış. İki ayrı dükkanda tadlarına bakmak amacı ile, ikimiz bir porsiyon köfteyi paylaştık. İkisi de pek lezzetliydi. Güneydoğu’da kebab neyse, batı da köfte o...
Akhisar sokaklarında dolaşırken bir okulun yaptığı kermese denk geldik. Alınacak çok şey olmasına rağmen, ben sadece bir veli tarafından evde hazırlanmış domates salçası aldım.
Uzun seneler Üniversite yerleşkesinde yaşadığım için, hoşuma gidiyor, Üniversitelerin misafirhanelerinde kalıyorum, bu tür toplantılarda. Bu seferde öyle yaptım. Ege Üniversitesinin misafirhanesi pek güzel. Hele şelale akan bir bahçesi var ki, insan bırakmak istemiyor. Çimlerin üzerinde, su sesini dinleyerek, yemek yemek; çay içmek veya kitap okumak pek keyifli birşey.
Ege Üniversitesi’nin Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Beno Kuryel ve eşi Neşe Kuryel toplantıya ev sahipliği yaptılar. Neşe Hanım, toplantıya katılan Dekan eşlerini Şirince, Efes, Meryem Ana ve Selçuk’a götürdü.
Efes’i defalarca gördüm. İlk kez, 1960 ların başında görmüştüm, o günden bugüne sayısız eser ortaya çıkardılar. Şimdi, muhteşem bir antik kent... Ünlü kütüphanesinin önünde bir konser izleme fırsatım bile olmuştu.
Rehberimiz Nazım Bey, hem Efes’i anlattı, hem güldürdü bizi. Antik kentte gezerken gördüğümüz incir ağacı hakkında, “ocağına incir ağacı dikilsin” ne demek, önce onunla başladı. Tohumu kuşların kakaları ile her yere taşınan incir ağacı, olmadık koşullarda bile yeşerebilen, büyüyen bir ağaç. İşte bu olağanüstü yetişme, gelişme çabası ile arkeologların korkulu rüyası... Antik taşların arasında kökleriyle kendine yer edinince, eserler çok zarar görüyormuş. Yani, bir kere bir yere incir dikince, uzun seneler ondan kurtulamıyormuşsunuz...
Latrina, eski Yunanca dilinde tuvalet demek. Efes kentinde ortaya çıkarılan eserler arasında halka açık hizmet veren bir tuvalet kompleksi bulunuyor! Akademi Sokağından ulaşılan, ücretsiz umumi tuvaletin antik dönemde oturak kısımları, üzeri açık sütunlu bir avlunun üç kenarına yerleştirilmişti. O dönemde oturma banklarının önünden geçen bir kanalda arıtma için temiz su akmaktaydı. Nazım Bey, tuvalet ihtiyaçlarını giderdikten sonra nasıl temizlendiklerini de anlattı bize. Bugün kloset dediğimiz tuvalet taşını o dönemin temizlenme koşullarına göre dizayn etmişler. Nazım Bey’in söylediğine göre, temizlenme aracı ucuna gerçek deniz süngeri geçirilmiş bir sopa! Ve en kötü tarafı ise, ihtiyaçlarını gideren insanların hepsinin aynı süngerli sopayı kullanarak temizlenmeleri!
Meryem Ana’nın evine giderken, oranın günümüzden yüz küsur sene önce ortaya çıkarıldığını bilmiyordum. Bugün, gayet bakımlı, çiçek ve yeşillik dolu gayet güzel bir yer orası. İsteyen kilise haline getirilmiş evde dua ediyor; isteyen mum yakıyor; isteyen her taraftan akan gür sulardan içiyor; isteyen de adak için belirlenen alana çabut bağlıyor. Bugün, çabutun yerini kağıt mendil veya naylon poşet almış bulunuyor. Nazım Bey, “kağıt bağlayanlar arasında, çok ilginç dileklerde bulunan var. Ama, inanışa göre, adak yaparken bağladığınız çabutun, elbisenizden kesilmiş bir parça olması gerekiyor” dedi. Yani, adak için naylon veya kağıt bağlamak geçerli değil, elbisenizden bir parça kesip, bağlayacakmışsınız!
“Afyonu patlamak” ne demek, Nazım Bey bize söz arasında onu da anlattı: Dördüncü Murat devrinde bilindiği gibi, alkol, esrar gibi şeyler kesinlikle yasak. O dönemde esrar içenler, arada sırada yaptıkları kaçamakları, Ramazan gelince tamamen kesmek zorunda kalıyorlarmış. Bu duruma son vermek amacı ile ilginç bir yöntem keşfetmişler. Bu yöntemi uygulamak için farklı boylarda üç üzüm tanesine ihtiyaç varmış. En küçük üzüm tanesinin kabuğu ince; orta boy üzüm tanesinin kabuğu küçüğünden biraz daha kalın; büyük boy üzüm tanesinin ise kabuğu bayağı kalın olmalıymış. Her üç üzüm tanesi, dikkatle boşaltılıyormuş. Boşalan kabukların içine esrar dolduruluyormuş. Ve esrar dolu taneler yutuluyormuş. Saatler geçince, mide, kabuğu ince olan küçük üzüm tanesini sindirmek için parçalıyor, böylece yutan kişinin afyonu patlıyor ve kafayı buluyormuş! Bugün çeşitli hastalıklarda kullandığımız yavaş salınımlı ilaçların, Dördüncü Murat devrine kadar uzanan serüvenini dinlemek beni, bu konuda daha derin araştırma yapmak konusunda cesaretlendirdi.
Şirince, adı üzerinde pek şirin bir Ege köyü. Kendisi de rehber olan Sevan Nişanyan’ın başlattığı eski evleri restore edip, pansiyon haline getirme fikri, bugün köye tamamen yayılmış durumda. Şirince’nin en ünlü ürünlerinden birisi, meyve şarabı. Çeşitli meyvelerin alkolle buluşmasından oluşan meyve şarapları içimi kolay, aromalı güzel içecekler. Deniz seviyesinden epey yüksekte, yeşillikler arasında, kafayı dinleyecek bir yer Şirince.
Neşe Kuryel bizi, Cumartesi günü Alsancak’ta boyoz fırınına götürdü. İspanya’dan kaçmak zorunda kalan Yahudilerin, İzmir’e yerleşmeleri neticesi ortaya çıkan boyoz; yağlı hamurdan bir gün boyunca imal ediliyor. Sıcak sıcak yenen boyozun yanında arzu ederseniz, pişmiş yumurta da yiyorsunuz. Pişmiş yumurtanın en önemli özelliği boyoz fırınında pişirilmiş olması. Ben, geleneğe uyup boyozla fırında pişmiş yumurta yedim, harikaydı. Fırında pişmiş yumurta, haşlanmış yumurtadan çok daha farklı lezzet olarak. Dostlar fırınının önünde oluşan kuyruk, boşa değil...
İspanya’dan gelen Yahudiler’in Türkiye’ye getirdikleri diğer bir yiyecek “pandispanya” adı üzerinde, İspanyol ekmeği... Nazım Bey’in verdiği bilgiye göre, bugün Edirne’de pek meşhur olan badem ezmesi yapma geleneği de yine Yahudiler tarafından getirilmiş.
Dekanlar Konseyi toplantıları da bitip de serbest vakit kalınca, eşimden rica ettim, Alaçatı’ya gittik. Işık Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekan’ı Yorgo İstefanopulos’da bize eşlik etti. Yorgo Bey, Boğaziçi Üniversitesi kökenli, Amerika’nın ünlü üniversitesi MIT’den doktoralı harika bir bilim insanıdır. Çok meşgul birisi olduğu için boş vaktini bulup, sohbet etmek zordur. Hem beraber Alaçatı’ya gittik, hem de bol bol konuşmak fırsatı bulduk.
Alaçatı’nın çiçekli sokaklarında dolaşırken Yorgo Bey, Amerika’da MIT’den arkadaşı Göksel Kalaycıoğlu’nu buldu. Göksel Hanım 1983-1991 yılları arasında Ankara milletvekilliği yapmış, şahane bir insan. Uzun senelerdir Alaçatı’da yaşıyor. Restore ederek ilk yerleştiği Alaçatı evinin sokağı çok kalabalık olunca, kendini azıcık dışarı atmış. Alaçatı’nın girişine muhteşem bir ev yaptırmış. Zevkle döşenmiş bir salonda cam kapaklı kütüphane rafları... Hemen yanında yine zevkle hazırlanmış bir çalışma bölümü... Göksel Hanım’a pek imrendim. Amerika’da siyaset bilimi okuyan Göksel Kalaycıoğlu, kitaplara meraklı, okumaya araştırmaya düşkün... Yakın zamanda okuduğu kitabı, İstanbul’a döndükten sonra ben de aldım.
Göksel Hanım bizi Alaçatı pazarına götürdü. Deniz börülcesi, deniz fasulyesi, radika, arap saçı, şevketi bostan, üç çeşit kekik görünce kendimi kaybettim. Ya o, şahane enginarlara ne demeli?
Dört günlük hoş bir serüvendi... Uçsuz bucaksız yeşillikler gördüm. Özenle yapılmış köfteler, çöp şiş, boyoz, ismini unuttuğum bir balık, kuru domatesten yapılmış enfes bir salata ve daha neler yedim... Çiçeklerle bezenmiş sokaklarda dolaşırken, bilmediğim kitaplara, uzmanlık dallarına ulaştım.
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/p/yazilari.html adresinde