Yaklaşık bir haftadan beri hava, mevsim normallerinin üzerinde sıcak. Pastırma yazı mı, global ısınmanın bir uzantısı mı bilemedim. Her nasıl olduysa, bu fırsattan faydalanıp, doğaya çıkmak gerek. Bizde öyle yaptık ve Pazar günü Çerkezköy tarafında Aysun Sökmen’in çiftliğine gittik. Bize, Gebze tarafında Mollafenari’de çiftliği bulunan Çiya Lokantasının sahipleri Zeynep ve Musa Dağdeviren’de eşlik ettiler.
Bu doğa gezisi sırasında o kadar çok şey öğrendim ki bu bilgileri gazete sütunlarına aktarmaya karar verdim. Öncelikle söyliyeyim, havanın bu kadar sıcak olması, yağmur yağmaması hiç de memnun olacak birşey değilmiş. Gezerken gördüm, daha doğrusu dikkatimi çekti, yol kenarlarındaki böğürtlenler olmamış, kırmızı kalmışlardı. Öyleki, bir salkımda yer alan, diyelim on böğürtlenden sadece birisi hafif siyahlaşmış, diğerleri olmamış, kırmızı duruyorlardı. Musa Dağdeviren, “bak, işte yağmur yağmayınca böyle olur. Böğürtlenler olgunlaşmamış. Bundan sonra yağsa da olgunlaşmazlar” dedi. Çocukluğumdan beri yol kenarlarında gördüğüm, bayılarak yediğim yabani böğürtlenlerin hava şartları ne olursa olsun, olgunlaşacaklarını sanırdım, yanılmışım.
Aysun Sökmen, daha once yazmıştım, süt ineği yetiştiriyor. İneklerin yemi konusunda epey sohbet ettik. Aysun, ineklerin yemine çok önem verir, bir formül çerçevesinde, o yemin içerisine hayvanların severek yedikleri yulaf, fiğ ve diğer tahılları katıp, güzel bir yiyecek elde ediyor. Bütün bunları konuşurken ülkemizde yaklaşık 600 civarında yem fabrikası olduğu gündeme geldi. Yem fabrikaları, yulaf, fiğ gibi tahılların yanısıra endüstriyel gıda üretimi atıklarını da işliyorlarmış. Endüstriyel gıda üretimi atığı ne demek? Üretim olan her yerde, doğal olarak bir de atık oluşuyor. İşte, bu şekilde oluşan gıda atıkları yem sanayisinde değerlendiriliyormuş. Sadece atık mı? Bunun yanısıra tarihi geçmiş gıda maddeleri de yem karışımının içerisine girip, hayvanların önüne yiyecek olarak konuyormuş. Bunu yazarken hatırladım, kullanım tarihi geçen jellybon gibi şekerli veya çikolatalı ürünler de yem oluyormuş. Bugün içerisinde bulunduğumuz düzen böyle maalesef… Bir tarafta atıklar, tarihi biten ürünler, diğer tarafta hayvanlar… Tarihi geçmiş Jellybon’un süt veren ineğe, besin açısından nasıl bir katkısı olur, anlamış değilim. Diğer taraftan da,” tarihi geçmiş jellybon veya endüstriyel gıda üretimi atıkları nereye gitsin?” gibi bir soru da var tabii. Atıkları, tarihi geçmiş ürünleri yem sanayisinde kullanmak batıdaki yem sanayisinin buluşu… Deli dana hastalığı Avrupa ülkelerinde yayıldığında, ineklere böbrek, ciğer, dalak gibi iç organlarının yedirildiğini okumuştum. Düşünebiliyor musunuz? Otçul hayvana, sırf ziyan olmasın diye, sakatat yediriyorlar… Böyle bir eylem, doğal olmadığı için de hayvanlar hasta oluyor tabii.
Gördünüz mü, bardağınıza, kahvenize, yoğurdunuza, peynirinize, muhallebinize, sütlacınıza, kefirinize koyduğunuz sütün gerisinde nasıl bir hikaye var?
Aysun’un yem konusunda çok güzel bir gözlemi var… Daha önceleri, onlar da hazır yem alıp, inekleri besliyorlarmış. Sonra yemi değiştirmeye karar vermişler ve kendileri yem karışımı yapmaya başlamışlar. Hayvanlar, Aysun tarafından hazırlanan yemi yemeğe başladıktan sonra yüzlerine su gelmiş! Deri kırışıklıkları gitmiş, ineklerin gözleri daha bir parlak olmuş… Gerçekten ilginç bir gözlem.
Pazar gün ki doğa gezisi sırasında karşılaştığım ilginç bitkilerden birisi de bir ağacın üzerinde yarı asalak olarak büyüyen ökseotu idi. Hayatımda ilk kez, ökse otu görüyordum, daha doğrusu gördüğümün farkına varıyordum herhalde. Ökse otunun ülkemizde kullanılan diğer isimleri: burç, gökçe, çekem, gevele ve gövelek. Avrupa, Asya, Afrika ve Avusturalya’da yetişiyor, yaklaşık 15 türü var. Yeşil yaprakları deri gibi sertken, çok cazip görülen, ancak yenilmeyen yuvarlak bezelye büyüklüğündeki şeffaf meyveleri çok yapışkan. Bu nedenle de ökse denilen, kuşları yakalamakta kullanılan yapışkan bir madde elde edilmesinde kullanılıyor. Ülkemizde adi ökseotu (V.album) ve zeytin ökseotu (V. cruciatum) doğal olarak yetişiyor.
Kışın yapraklarını dökmeyen ökse otu, elma, armut ve daha birçok ağacın üzerinde kendiliğinden yetişebiliyor. Bazı kuşlar, özellikle ardıç kuşları insan için hiç de faydalı olmayan bu şeffaf meyvaları pek seviyor. Dışkılarıyla meyvenin tohumlarını kondukları ağaçlara bırakmak suretiyle ökseotunun yayılmasını sağlıyorlar. Ökseotu ile konak ağaç arasındaki işbirliği ortak yaşama haline benzetilebiliyor; kışın ağacın yaprakları olmadığı zaman ökseotu hep yeşil olduğu için klorofil özümlemesiyle yaptığı besinlerden ağacı faydalandırıyor.Bununla beraber, bir ağacın ökseotu çoksa, ağacı sömürüp tüketiyor, aynı zamanda odunun kalitesini de düşürüyor.
Meyva ve dallarda yapışkan bir madde olan visin bulunduğu için ökse otu tedavi amaçlı kullanılıyor. Spazm giderici, tansiyon düşürücü ve idrar söktürücü olduğu belirtiliyor. Kurutulmuş meyvelere “çekem tohumu” deniyor ve karasakız ile birlikte dövülerek yakı yapılıyor. Bu yakı, Gaziantep, Urfa ve Van’da halen kullanılıyor. Romatizma ağrılarının giderilmesinde faydalı oluyor. Ayrıca Prof. Dr. Turhan Baytop’un yazdığına gore, demin yazdığım ökse yakısının insana hiçir zararı yok, zaten bitkinin özünü taşıyan hammadde birçok tansiyon düşürücü ilaçda da kullanılıyor.
Pazar gün ki sohbetimizin ana konusu “doğallık”dı. Piyasadan aldığımız çoğu gıda maddesi, bir türlü işlem gördüğü, tarım ilacı sıkıldığı veya ömrü uzun olsun diye ilaçlandığı için doğal değildi. Tam bunu konuşurken, posta kutuma iki ileti düştü. Birisi Edremit’den di; Zeytin konusunda yapılan bir toplantıya lokma döktürmek istediklerini ancak, lokmaları zeytinyağında kızartacak bir aşçı bulamadıklarından yakınıyorlardı. Düşünebiliyor musunuz? Zeytinyağı memleketi Edremit… Yerel tatlısı: Lokma… Ve lokmayı kimse zeytinyağında kızartmak istemiyor. Epey, arayıp, tarayıp, yorulduktan sonra, lokmayı zeytinyağında kızartacak kahraman bir aşçı bulmuşlar.
Diğer ileti, Defne Koryürek’den geldi. Defne Hanım, Ayvalık pazarından zeytin almış. Zeytini satan pazarcı “bu zeytinleri ayçiçeği yağına koy Abla” demiş. Ayvalık, beslenme düzeni zeytinyağı üzerine kurulmuş bir ilçe. Oradaki pazarcı, zeytini ayçiçeği yağına koymayı tavsiye ediyor.
Şimdi ben ne diyeyim? Kökü taa Mezopotamyaya kadar giden binlerce yıllık zeytinyağı ve mazisi ve popülerliği 40-50 seneyi bulan ayçiçeği yağı… Margarini, mısırözü yağını, ayçiçeği yağını ve daha hoşumuza gitmeyen birçok yağı başımıza Amerikalı yağ üreticileri sardılar. Dünyadaki aç insanları beslemek adına yapılan bu üretimler, yağ fabrikatörlerini çok zengin etti. Bunun kısa ismi kapitalizim mi?
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/p/yazilari.html adresinde