Yol çok uzun… Tam 1200 kilometre. Her sene, Akdeniz’in sıcak bağrına girmek için bu kadar yolu arabayla geliyoruz. 1200 kilometreyi gelmek için tabii ki bir plan yapmak gerek. Birinci etap da Boğaz köprülerinden birini geçmek gerek. Acaba hangi saatte geçmeli? Sabahın çok erken bir saati olabileceği gibi, gün içerisinde uygun bir saat da olabilir. Nitekim İstanbul trafik haritasına baktığımızda Boğaz köprüsünün uygun olduğunu görüp, hemen evden çıktık. Tabii, hiç belli olmaz, biz oraya varıncaya kadar, trafik artabilir, köprü çok yoğunlaşabilir. Neyse öyle olmadı, biz köprüyü rahat rahat geçtik.
Yolda gelirken Avcılar’daki metrobüs inşaatının sonuna gelindiğini bu nedenle de sadece birkaç sene önce yapılan ayaklı metrobüs yolunun sökülmekte olduğunu gördük. Eşim, “bu yıkım işi çok tehlikeli yapılmış, yıkılan yer, E-5’in üzerine çökebilir ve can kaybı olabilir” dedi. Nitekim, 20 saat gibi kısa bir zaman içerisinde dediği oldu, bir işçi öldü. Allahtan trafiğin yoğun olmadığı bir saat olduğu için, daha fazla kayıp ve zarar olmadı.
Mühendis değilim, ama gördüklerimi mantıklı olarak değerlendirebilbildiğimi sanıyorum. Yol inşaatında yapılanları dikkatle izliyorum. Avcılar-Küçükçekmece yönüne yan yola birkaç sene evvel inşaat yapıp yolu alta indirdiler. Yakın zamanda ise, bu alt yolu doldurup, metrobüs için yaptıkları ayaklı yolu –köprü de diyebilirsiniz- yıktılar bir kişi de öldü üstelik. Yani, aynı yerde sadece birkaç sene önce yaptıklarını tamamen yıkıp, yeniden başka bir yol inşaa ettiler.
Metrobüs yapıldığında Silivri’ye kadar uzanacağını ilan etmişlerdi. Peki, metrobüs yolunun arta kalanını neden Silivri’ye uzanacak şekilde inşa etmediler? Avcılar-Beylikdüzü metrobüs inşaatı sırasında günübirlik plan yapıldığını çıplak gözle görebiliyordunuz. Plansız yaptıkları için, yolun, inşaat dışında kalan kısımları da hem güvenli değil, hem de plansızlıktan aklınızın alamayacağı sayıda maddi hasarlı trafik kazası oluyordu.
Bütün bu yanlışlıkları, plansızlıkları bir tarafa bırakıp biz, İskenderun’a doğru otoyola düşelim isterseniz. Boğaz köprüsünden rahat geçtik ama, İstanbul’dan Sakarya’ya doğru inanılmaz bir trafik var. Geçen seneye oranla bu yöndeki trafik yüzde yüz artmış durumda. Otoyolda aynı şehir içi gibi gidiyorsunuz. Sakarya’dan sonra biraz rahatlıyor. Bu arada sık sık, -yolda tamirat olduğu için- ya karşı yola geçiyoruz, bir veya iki şeritten seyehat ediyoruz, ya da karşı yoldakiler bizim bulunduğumuz yola geliyor ve yol yine daralıyor doğal olarak.
Her sene, hatta tüm mevsimlerde İstanbul-Ankara arasındaki bu yolda sürekli tamirat var. Otoyol sistemini biz batıdan aldık. Gerek Amerika’da gerekse Avrupa otoyollarında bizim kadar, hatta bazı ülkelerde bizden fazla trafik var. Hele Amerika’da ki özellikle tır tipi kamyonlar o kadar kocaman ki, yanımızdan geçerken ben korkuyorum! Peki, oralarda otoyollar hiç bozulmuyorda bizde neden sık sık tamir ediliyor ve bir türlü de düzelmiyor.
Adana-Gaziantep veya Adna-Belen otoyolu belki de çok kalabalık olmadığı veya bilemediğim bir sebebten o kadar sık tamir edilmiyor. Çok şükür orada rahat seyehat edebiliyoruz.
Yolun, Ankara-Aksaray-Ulukışla bölümü de ayrı bir komedi… Yahuuu gerçekten kaç yıl oldu, Ankara-Aksaray duble yolu başlayalı? Ben saymaktan acizim… Bu sefer dikkatlice baktım, geçen sene yaptıkları bölümleri bu sene yeniden tamir ediyorlar! Yol boyunca düşündüm ve kendime itiraf ettim. Önümüzdeki beş sene içerisinde eşimle ben, 1200 kilometreyi arabayla gelemiyeceğiz herhalde. Ve bu şekilde ben, Ankara-Aksaray-Ulukışla duble yolunun yapılıp bitirildiğini göremeden bu dünyadan göçeceğim. Sağlık olsun!
Ulukışla-Pozantı-Adana otoyolu, çok sayıda tüneli ile ilginç bir yapıya sahip. Sık sık tünellere girip çıktığınız için yolda hiç sıkılmıyorsunuz, uyuklamanız filan da söz konusu değil. Neyse, bu yol da pek yeni olduğu için henüz tamirat görmüyor, gayet rahat. Bu yolda, otoyol girişinde yeterli işaret olmadığı için, insanlar otoyoldan bir önceki Adana sapağına girip, normal yolda gitmeye mahkum oluyorlardı. Yol yapılıp bittikten sonra, doğru ve yeterli trafik işaretlerinin konması tam iki sene sürdü. Buna da şükür!
Yol boyunca özellikle İstanbul-Ankara arasında çok sayıda dinlenme yeri ve lokanta var. Bu lokantaların bir kısmında “köyde yapılmış, doğal ürün” başlığı altında çok çeşitli yiyecek maddeleri satılıyor. Önceden merak ettiğim için, durduğumuz yerlerdeki bu ürünleri satın alıyordum. Şimdiye kadar beğendiğim, “aman tekrar gideyim de alayım” dediğim bir ürün olmadı. Doğal kelimesini öğrenmez olalardı! Gerçekten de bu tür yerlerde satılan ürünler çok kalitesiz. Bolu’nun patatesli bir ekmeği vardır. Kocaman, kalın kabuklu, kepeksiz undan yapıldığı halde olağanüstü lezzetli… Kaç kere kandırıp, “Bolu ekmeği” diye sattıkları ekmekler, son derece lezzetsiz ve sağlıksızdı. Anlayacağınız, yol üzerinde bir yerde durunca, artık ürünlere bakmıyorum bile, tüylerim diken diken oluyor!
Aksaray’daki Orhan Ağaçlı tesisleri benim en sevdiğim yol üstü durağı… Yolumuz uzun olduğu için, orada bir gece mola da veriyoruz. Güzel yemekler yiyip, kuş sesleri dinleyip, serin serin de uyku çektikten sonra yolumuza büyük zevkle devam ediyoruz. Ağaçlı tesislerinde artık orada olmayan Yusuf Gür’ün büyük emeği var. Galiba kırk yıldan beri aynı kaliteyi korumaları, Yusuf Bey tarafından kurulan mükemmel sisteme bağlı…
Ağaçlı’nın hiç de yabana atılmayacak bir gurme dükkanı var. Ben, özellikle geçen senelerde orada gördüğüm ürünleri alır, artanını İstanbul’da arar bulurdum. Önce oradan öğrenirdim yani. Bu sene çeşitte biraz azalma olduğunu fark ettim. Doğal olarak, müşterinin isteklerine cevap verecek şekilde çeşitlendiriryorlar dükkanı. Minnacık küp peynirleri, Ağaçlı marka sucuk, gayet kaliteli bal, zeytinyağı, çok çeşitli bitki yağları dükkandan aklımda kalanlar… Bir de bana ilginç gelen kahve çeşitleri vardı. Bir Türk firması, çok çeşitli aromalar ihtiva eden kahve imal etmiş. Son derece şık kutularda satışa sunmuş.
İstanbul-Arsuz yolunun ben de bu sefer iz bırakan bir anısı da kayınpederimin doğduğu Karamanlar köyünü/mahallesini ziyaretimiz idi. Eşimin sayesinde bu doğa cennetini tanıma fırsatım oldu. Bolu’nun Yeniçağa ilçesinden çıkıp, 10 kilometre kuzeye gittik ve yeşilin içerisinde boğulduk! Ya insanları… Büyük bir ağacın altında outran orta yaşın biraz üzerindeki hanımların kimisi örgü örüyordu, kimisi Arapça harflerle yazılmış Yasin suresini okumaya çalışıyordu. Bizi görünce pek sevinip ilgilendiler. Kimlerden olduğumuzu söyleyince çay ikram etmek konusunda ısrarcı oldular. Çay yaptırıp zahmet etmeyeyim derken, mükellef bir kahvaltı sofrasında buldum kendimi. Kandilde yapılmış ekmekten tutun, demin bahsettiğim Bolu’nun patatesli ekmeği… Rengi, hala gözümün önünde çilek reçeli… Neler neler…
Bu ülke çok güzel… İnsanlar sevecen, misafirperver… Ama neden cehennem gibi yaşıyoruz? Hergün iki işçi iş kazasında; çok sayıda insan trafik kazasında; yazmaktan ızdırap duyduğum sayıda insan teröre kurban oluyor. Neden, bu cennet ülkede cehemennem yaratıyoruz, neden?
Yazarın diğer yazıları: http://www.ayfertuzcuunsal.com/p/yazilari.html adresinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder